Bilim ve teknoloji bloğu

30.11.2013

Büküm Motoru Konsepti Üzerine Farklı bir Perspektif

 Dr. Richard Obousy'nin önerdiği gelişmiş uzay itki sistemi konsepti lokal kozmolojik sabiti değiştirerek uzay-zaman düzlemi üzerindeki bir uzay gemisinin ön tarafında daralma arka tarafında da genişleme yaratarak egzotik bir itki sistemi yaratmayı planlıyor. Bu fikir Alcubierre büküm balonu fikrine çok benzer olmakla beraber genel görelik yerine Çok boyutlu Quantum alan teorisini getirerek çok farklı bir yaklaşım sunuyor.

 Kip Thorne, Michael Morris ve Ulvi Yurtsever tarafından kaleme alınan "Wormholes, Time Machines, and the Weak Energy Condition" yani "Kurt delikleri, Zaman makineleri ve Zayıf Enerji Durumu" isimli akademik çalışma fizik yasalarının rastgele seçilmiş gelişmiş bir uygarlığın yetenekleri üzerinde nasıl bir kısıtlayıcı etkisi olduğu üzerine sorular sorulması fırsatını sağlıyor. Ve Alcubierre büküm balonu oluşturmak için yenilikçi bir yöntem tavsiye ediliyor. Yazının ana fikri Quantum yer çekimi teorisinde geçen bir ya da birden daha fazla ekstra boyutun çapının değiştirilmesi ile lokal kozmolojik sabitte asimetri oluşturarak bir uzay aracının hareket ettirilmesidir.

 "Bu kadar erken bir aşamada böyle bir fikrin teorik gelişimi büküm motoru konseptinin nasıl gelişeceği hakkında tahmin yürütmeyi zorlaştırıyor. Saf bir bakış açısıyla bir insan egzotik güç jeneratörüne sahip bir aracın lokal olarak ekstra boyutları maniple edebileceğini hayal edebilir. Bu yolla gelişmiş bir uzay aracı etrafındaki uzay zamanı genişletip büzerek bir itki yaratabilir."  Dr. Richard Obousy

 Aşağıdaki videonun 12. dakikasında Dr. Richard Obousy kendi büküm motoru konseptini öneriyor. Bundan öncesinde ise yöntemin fiziğinden bahsediyor. (video İngilizcedir)



Ekstra boyutları kontrol edebilmek için casimir etkisinden faydalanılabileceği düşünülmektedir. *


Casimir Etkisi nedir?

Bundan yaklaşık 50 yıl önce fizikçi hendrik casimir, mikro-makinelerden birleşik doğa teorilerine kadar her şeyi etkileyebilen, bir vakumda (boşlukta) iki yüzey arasındaki çekme kuvveti olabileceğini önerdi.

boşlukta iki aynayı bir biriyle yüz yüze ve küçük aralıklı duruma getirirseniz ne olur? ilk reaksiyonunuz “hiçbir şey” olabilir. fakat gerçekte, her iki ayna, basit vakum sonucu birbirini karşılıklı olarak çekerler. işte bu etkiyi hollandalı teorik fizikçi hendrik casimir 1948 yılında, eindhoven’da philips araştırma laboratuvarı’nda, tüm nesnelerde colloidal çözeltiler üzerine araştırma yaparken bu fenomeni önerdi. bu colloidal çözeltiler; mikron boyutlu parçacıklar içeren bir sıvı karışımında, boya ve mayenozda olduğu gibi, viskoz materyallerdir. böyle çözeltilerin özellikleri nötral atomlar ve moleküller arasında mevcut olan, uzun erimli ve çekici wan der waals kuvvetleri tarafından belirlenir.

iki ayna arasındaki kuvvet casimir kuvveti olarak, bu fenomen ise casimir etkisi olarak bilinir. casimir etkisi yıllarca teorik merak konusu oldu. bu fenomene ilgi son yıllarda daha da arttı. deneyci fizikçiler, mikro-makinelerin çalışmalarını etkileyen casimir kuvvetini, çok duyarlı ölçüm aletleri geliştirerek, gözlediler. bu konuda temel fizik tarafından yeni atılımlar da yapıldı. bir çok teoriysen, 10 veya 11 boyutlu temel kuvvetlerin bileşik alanlar teorisinde “büyük” fazladan boyutların varlığını öngörmektedir. onlar, bu boyutların, milimetrenin altındaki uzaklıklarda, klasik newton kütle çekimini değiştirebileceğini söylüyorlar. casimir etkisinin ölçümü, çok daha sonra, böyle radikal düşünceleri test etmek için fizikçilere yardımcı olabilir.

casimir kuvveti her ne kadar tam bir karşı-sezgi gösterirse de, gerçekte iyi anlaşılır. klasik mekaniğin ilk zamanlarında vakum düşüncesi oldukça basitti. vakum, bir kabın tüm parçacıklarının (içindeki gazın) boşaltılıp sıcaklığının mutlak sıfıra indirildiği durumdur. kuantum mekaniğinin gelmesiyle vakum anlayışı tamamıyla değişti. belirli elektromanyetik alanlarda tüm alanlar (parçacıklar) titreşim yaparlar. bir başka deyişle, bir sabit etrafında aktüel değeri değişen, verilen her hangi bir moment, bir ortalama değere sahiptir. mutlak sıfırda bile, kusursuz bir vakumda bile, bir fotonun yarı enerjisine karşılık gelen ortalama enerjide, “ vakum salınımları (titreşimleri) “ olarak bilinen salınımlar mevcuttur.

bununla birlikte, vakum salınımları bir fizikçinin zihninde soyut değildir. onlar, makroskopik ölçekli deneylerde doğrudan canlandırılabilen, gözlenebilir sonuçlara sahiptirler. örneğin, uyarılmış seviyedeki bir atom uzun süre uyarılmış kalamaz, kendiliğinden foton salarak taban durumuna geri döner. bu fenomen vakum salınımlarının bir sonucudur. bir kurşun kalemi parmağınızın ucunda dik durdurmaya çalışın. eğer eliniz tamamen kararlı ise kalem orada duracak (kalacak), değilse denge bozulacaktır. fakat çok-çok zayıf bozulma (sapma), kalemi daha kararlı bir denge konumuna getirecektir. benzer olarak, vakum salınımları uyarılmış bir atomun taban durumuna inmesine sebep olur.

casimir kuvveti vakum (boşluk) salınımlarının en çok tanınmış mekanik etkisidir. iki ayna arasında bir boşluk olduğunu düşünün (şekildeki gibi). tüm elektromanyetik alanlar çok farklı frekansları içeren bir karakteristik “spektrum”a sahiptir. serbest bir vakumda tüm frekanslar eşit öneme sahiptir. fakat boşluk (oyuk) içerisinde, aynalar arasında ileri-geri yansıyan alanda, durum farklıdır. alan, boşluk içerisine, yarım dalga boyunun tam katları, tam olarak uyabiliyorsa çoğaltılır. bu dalga boyu “oyuk (boşluk) rezonansına” karşılık gelir. diğer dalga boylarında, aksine, alan zorlanır. vakum salınımları ya zorlanır ya da frekansın boşluk rezonansına karşılık gelip gelmediğine bağlı olarak yükselir.

casimir etkisinin tartışmasında önemli bir fiziksel nicelik de “alan radyasyon basıncı”dır. her alan-vakum alanı bile-enerji taşır. tüm elektromanyetik alanlar uzayda yayılırken, akan bir nehrin etrafındaki ve önündeki şeylere basınç uyguladığı gibi, yüzeylere basınç uygular. bu radyasyon basıncı ve elektromanyetik dalganın frekansı enerjinin artması ile artar. oyuk içindeki radyasyon basıncı, bir oyuk rezonans frekansında, dış kısımdakinden daha güçlüdür ve bundan dolayı aynalar bir birinden uzağa itilirler. rezonans dışında, tersine, oyuk içerisindeki radyasyon basıncı dışarıdakinden daha küçüktür ve bundan dolayı aynalar birbirine doğru çekilirler.

dengede, çekme bileşenleri itme bileşenlerinden azıcık daha güçlü etkiye sahiptir. kusursuz iki paralel düzlem ayna için, casimir kuvveti çekicidir ve bu yüzden aynalar bir birlerini çekerler. kuvvet, f; kesit alanı a ile doğu, aynalar arasındaki uzaklığın dördüncü kuvveti (üssü) d4 ile ters orantılıdır. bu geometrik niceliklerden ayrı olarak kuvvet, ışık hızı ve planck sabiti gibi temel değerlere de bağlıdır.

casimir kuvveti birkaç metre uzaklıktaki aynalar için son derece küçük olarak gözlenirken, uzaklık mikronluk düzeyde iken ölçülebilir basmaktadır. örneğin, alanı 1 cm2 ve aradaki uzaklık 1 mm olan iki ayna yaklaşık 10-7 n’luk bir casimir kuvvetine sahiptir, ki bu kuvvet çapı yarım milimetre olan bir su damlasının ağırlığı kadardır. bu kuvvet her ne kadar küçük gözükse de, bir mikrometrenin altındaki uzaklıklarda, iki nötr obje arasında en güçlü olur. gerçekten de, 10 nm (nanometre) aralıklı, tipik bir atom boyutunun yaklaşık 100 katı, casimir etkisi 1 atmosfer basınsının eşdeğeri basınç üretir.

her ne kadar günlük yaşamımızda böyle küçük uzaklıklar ile ilgilenmesek de, onlar “nano yapılı ölçekler” ve “mikro-elektromekanik sistemlerde” önemlidir. bunlar, mikro boyutlu mekanik elemanlar ve hareketli parçalarda, bir silikon örneğini küçük parçalara bölen akıllılıktadır. elektronik bileşenler bilginin ilerlemesi için cihaz üzerine bağlanır, ki o, mekanik parçaların hareketini algılar ve sürdürmesini sağlar. mikro-elektromekanik sistemlerin bilim ve teknolojide mümkün bir çok uygulama alanı vardır. örneğin, bugün bunlar otomobillerde “air-bag basınç sensörleri” olarak kullanılmaktadır.

aralarındaki uzaklık d ve yüzey alanı a olan iki plaka arasındaki casimir kuvveti f=(πhc/480)(a/d4 ) bağıntısıyla hesaplanır. burada h planck sabiti ( 6,62.10-34j.s ), c ışığın boşluktaki hızı ( 3.108 m/s ) dır. bu küçük kuvvet, 1996 yılında steven lamoreaux tarafından %5 deneysel hata ile ölçülmüştür.

fotondan başka parçacıklar da küçük bir etki ortaya çıkarır, fakat sadece foton kuvveti ölçülebilirdir. fermiyonlar itici bir etki oluştururken, fotonlar gibi tüm bosonlar, çekici casimir kuvvetini oluştururlar. eğer elektromanyetizmada süpersimetri olsaydı, o zaman fermiyonik fotonlar da var olacaktı. bu durumda fotonların itme çekme etkisi bir birini yok edecek ve casimir etkisi olmayacaktı. gerçekte casimir etkisinin varlığı gösterir ki; doğada süpersimetrinin olması bir simetri kırılmasını gerektirir.

teoriye göre; vakumda “toplam sıfır nokta enerjisi, tüm olası foton modları üzerinden toplam alındığında sonsuz olur. casimir etkisi; sonsuzlukların götürülmesinde, bir enerji farkından meydana gelir. vakum enerjisi, gravitasyonel (kütle çekim) etkileşmeden dolayı, “kuantum kütle çekim teorisinde” bir bilmecedir. kütle çekim teorisi uzay-zamanın eğriliğine sebep olan büyük bir “kozmolojik sabit” ortaya çıkarır. bu uyuşmazlığa çözüm, kuantum kütle çekim teorisinden beklenmektedir. **


Çeviri ve derleme: C. Caner Telimenli


*(nextbigfuture)
**(İTU Sözlük)



30.10.2013

BM asteroit tehdidine karşı harekete geçti

asteroit

Rusya’nın Çelyabinsk kenti üzerinde 15 Şubat tarihinde patlayan meteor, Dünya’nın atmosfer dışından gelebilecek tehditlere karşı ne kadar hazırlıksız olduğunu göstermişti. Birleşmiş Milletler (BM), Uzay’dan gelecek tehditlerin tespit edilmesi ve gereken hamlenin atılması için harekete geçti.Rusya’nın Çelyabinsk kenti üzerinde 15 Şubat tarihinde patlayan meteor, Dünya’nın atmosfer dışından gelebilecek tehditlere karşı ne kadar hazırlıksız olduğunu göstermişti. Birleşmiş Milletler (BM), Uzay’dan gelecek tehditlerin tespit edilmesi ve gereken hamlenin atılması için harekete geçti.

 BM, Dünya’yı tehdit eden asteroitlere karşı ilk önemli adımı attı. Scientific American dergisinin duyurduğu habere göre, BM bünyesinde ‘Uluslararası Asteroit Uyarı Grubu’ adında bir örgütün kurulmasına karar verildi. BM’nin Uzay’ın Barışçıl Amaçlar için Kullanılması Komitesi tarafından koordine edilecek görevi kapsamında, yeni örgütün görevi tehlike oluşturan asteroitlerin tespit edilmesi ve müdahale edilmesi olacak. Örgüte üye ülkeler de BM tarafından belirlenecek.

 Uluslararası kamuyounun geç de olsa asteroit tehdidine karşı ciddi bir plan çizmeye başlaması, uzmanlar tarafından oldukça olumlu bir gelişme olarak gösteriliyor. Çelyabinsk üzerinde patlayan meteor, 1500’den fazla insanın yaralanmasına neden olurken, binlerce bina zarar görmüş ve milyonlarca dolarlık zarar oluşmuştu.

 Büyük şans eseri yere çarpmadan parçalara ayrılan meteor, hiçbir hava savunma sistemi tarafından tespit edilememişti.Yere çarpsaydı, Çelyabinsk 30 atom bombası gücündeki bir patlamayla sarsılacaktı.

‘GEÇ KALIRSAK KOKTEYL HAZIRLAYIP İZLEYİN’

 NASA’da görev yapmış esi astronot ve asteroit tehdidine karşı çalışmalar yapan B612 Derneği’nin kurucusu Ed Lu, “Dışarıda tespit ettiğimizden 100 kat daha fazla asteroit var. New York Şehri’ni veya daha büyük alanları yok etmeye yetecek 1 milyon asteroitten söz ediyorum” dedi.

 New York’taki Amerikan Doğal Tarih Müzesi’nin 25 Ekim’de Uzay Kaşifleri Derneği (ASE) ile düzenlediği konferansta konuşan Lu, asteroitlerin sonu gelmeyen bir tehdit olduğunu belirtti. BM, geçtiğimiz hafta ASE’nin değerlendirlemelerini gözden geçirerek Genel Meclice harekete geçmesi talimatını verdi.

 B612 Derneği’nin kurucularından ABD’li eski astronot Rusty Schweickart, gereken önlemler alınmazsa bir gün çok geç kalınabileceğini belirtti. Schweickart, “Bugüne kadar hiçbir ülke asteroit tehdidine karşı sorumluluk almadı. Eğer çok geç kalırsak, tek yapabileceğiniz kendinize güzel bir koktely hazırlamak ve izlemek” dedi.

 Hükümetlerin harekete geçmesini beklemeden kurulan B612 Derneği, 450 milyon dolarlık Sentinel kızılötesi teleskobunu 2017’de ateşlemeyi ve asteroit keşfine başlamayı hedefliyor.

(ntvmsnbc)





25.10.2013

Kablosuz elektirik nedir, nasıl çalışır?

Elektrik artık kaçınılmaz bir şekilde insan hayatının bir parçası oldu, en basit işlemlerde bile bağımlı olduğumuz bir kaynak haline geldi. Ancak elektrik çoğu kaynak gibi şimdilik sınırlı ve dağıtımı ise maliyetli ve özellikle kabloların yarattığı karmaşa da ayrı bir sorun kaynağı. Bu yazıda bu duruma çözüm getirebilecek ve genelde kablosuz elektrik başlığı altında toplanan teknolojileri ele alacağız.

Kablosuz olarak iletişim kuran bazı cihazlar bunu radyo frekansları üzerinden yapmaktadır. Bu dalgalar normalde bilgi taşımak için kullanılsa da bu bilgi enerjiye çevrilip taşındığı için bunu elektrik taşımak için kullanılmasında bir engel yoktur. Ne yazık ki radyo dalgaları her yöne yayıldığından bu yolla elektrik taşımak hem verimli değildir hem de insanlarda bazı sağlık sorunlarına sebep olabilir.

transformator
Transformatör

 Elektriği transfer etmenin başka bir yolu transformatörlerdeki manyetik indükleme yöntemi gibi manyetik alanlardan yararlanarak elektriği iletmektir. Transformatörler bilindiği gibi demir bir çubuğun üzerine sarılı kablolardan oluşan iki bobin ile voltajı değiştirmek gibi amaçlarla kullanılmaktadır. Bu sistemde farklı olan şey ise bu bobinler tek başına bir cihazın içinde değil de ayrı ayrı kullanılması. Birinci bobinin içinde olduğu cihaz güç kaynağına bağlandıktan sonra ikinci bobin pile bağlanıp iki alet oluşan manyetik alanın içinde olacak şekilde yaklaştırıldığında ikinci bobinde akım oluşup pilin dolmasını sağlıyor. Bu yöntemin dezavantajı ise oluşan manyetik alana göre fark eden 25-50 santimetre içinde çalışabiliyor olması. Ayrıca ülkeden ülkeye değişen sağlık açısından elektromanyetik alanlara maruz kalma limitleri de sınırlamalardan birini oluşturuyor.

kablosuz güç
Alıcı ve verici iki kaynak ve yanan ışıkla kurulmuş bir devre

Bu teknolojiye ek olarak rezonans yöntemi ile menzilini arttırmak ta mümkündür. Bilindiği gibi rezonansı aynı olan iki cisim birini titreştiren frekansta bir ses (ya da elektromanyetik tayfın herhangi bir frekansındaki dalga) ile etkileşime girdiği zaman titremeye başlar. İşte bu özellikten yararlanarak alıcı ve verici bobinler aynı frekansta ayarlanınca enerji kaybı azaltılarak bir iki metreye kadar menzilini arttırmak mümkün oluyor.

Enerjiyi iletmek için yalnızca manyetizma kullanmak şart değil. Ayrıca elektromanyetik tayfın değişik frekanslarından yararlanmak ta mümkün. 1980 lerde Kanada'daki İletişim Araştırma Merkezi tarafından geliştirilen bir projede sabit yüksek irtifa nakil platformu (SHARP) insansız hava aracı bir iletişim platformu aracıydı. Bu araç bir noktadan bir noktaya uçmak yerine 21 kilometre yukarıda 2 kilometre çapında bir alanda aylarca uçarak görevini yerine getirebiliyor. Bu aracın sırrı yerdeki büyük ve sabit mikrodalga ışınımı kaynağından araca yönlendiren enerji sayesinde havada kalması. Bunun gibi bir teknoloji ile yörüngedeki bir kaynağa ya da kaynaktan enerji aktarımı yapılabilir.

SHARP insansız hava aracı

SHARP insansız hava aracı

Jopon bilim insanlarının önerdiği bir teknoloji çalışırken aynı mikrodalga iletim prensibini kullanıyor, ama bir farkla. Bu sefer ileten istasyon uzayda, tam olarak "geosynchronous" yörüngede -yüzeyden yaklaşık 35 km yukarıda- bulunmaktadır. Bu yörüngenin özelliği yerle aracın aynı hizada kalmasını sağlamasıdır, bu sayede iletim için gerekli yerdeki ve araçtaki mikrodalga kaynaklarının aynı hizada kalmasını sağlayarak iletimi kolaylaştırmaktadır. Burada araçta bulunan dev güneş panellerinde üretilen enerji iletilmektedir. 

Bir GW elektrik üretecek yaklaşık on ton ağırlığında ve birkaç kilometre genişliğinde bir aracın  üstesinden gelmesi gereken bir çok sorun bulunmaktadır. Aracın uzayda monte edilmesinden arcın nakliyesine, enerji üretimi ve transferinden aracın dünya ile eş güdümlü hareket etmesine kadar karşılaşılabilecek durumlar için yaratıcı mühendislik çözümleri gerekmektedir. Japon uzay kesif ajansının (JAXA) önerdiği bu proje bilim kurguda çok işlenmiş bir konu olmakla beraber ilk kez gerçekleştirilebilir görünmektedir. 

 Güç iletimi bir sorun teşkil ediyor ve bu sorunun birden çok çözümü bulunmaktadır. Ancak bu yöntemlerden sadece en verimli olanları kullanıma geçebilecek. Ve bu teknolojiler geleceği ve hayatlarımızı şekillendirecek. Bu yöntemleri uygulayanlar da bu sayede hayatlarımız üzerinde söz sahibi olacaktır. Teknoloji geliştirmek önemli ve bunun gibi araştırma alanları en çok fırsat yaratacak yatırım alanlarından biridir. Bu yüzden ne olduklarını ve nasıl çalıştıklarını bilmek gereklidir.


C. Caner Telimenli




10.10.2013

Füzyon Alanında Umut Vadeden Gelişme


 Güneşe de gücünü veren nükleer füzyon sınırsız bir güç kaynağı olabilir. Ancak bunu elde edebilmek için füzyon reaktörlerinin harcadığından daha fazla enerji üretmesi gerekir. Amerika'daki Ulusal Ateşleme Tesisi (NIF) araştırmacılarının bulguları bu amaca ulaşmak konusunda bir umut ışığı yaktı. Kaliforniya Livermore'daki NIF araştırmacıları dünyanın en güçlü lazerinin ürettiği 192 ışın demetini füzyon reaksiyonunu başlatacak olan hidrojeni ısıtıp sıkıştırmak için kullanıyor.

NIF Füzyonu


 

  • Hohlraum adlı kabın içine 192 lazer
    demeti odaklanıyor
  • Kabın içinde çok soğuk ve katı hidrojen
    izotopu karışımı bulunuyor
  • Kaba çarpan lazer kabın X-ray ışını
    saçmasına neden oluyor
  • X-ray ışınları yakıtı yüksek sıcaklıklara
    çıkarıyor
  • Eğer yakıtın sıcaklığı ve basıncı uygunsa
    füzyon gerçekleşiyor
 Eylül ayında yapılan bir deney sırasında dünyada ilk kez reaksiyonu başlatmak için kullanılan enerji miktarı yine reaksiyon sayesinde elde edilen enerjiden düşük çıktı. Bu sonuç araştırma merkezinin amacı olan "ateşleme" hedefine yani nükleer füzyonun lazerlerin sağladığı kadar enerji üretmesi amacına tam oturmuyor. Bunun sebebi sistemin "verimsiz" olması yani lazerler tarafından üretilen tüm enerjinin yakıta aktarılamaması. Ama bu gelişme yine de birkaç yıl içinde füzyon alanındaki en anlamlı gelişme olarak yorumlanıyor, bu da NIF araştırmacılarının ateşleme gerçekleştirip kendi kendine sürdürülebilen bir füzyon tepkimesi elde etmek amacına bir adım daha yaklaştığını gösteriyor. Araştırmacılar yaklaşık yarım yüzyıldır kontrollü bir füzyon tepkimesi için uğraşıp başarısız oluyor. NIF araştırmacılarının füzyon alanında beklenen kırılma noktasını sağlaması umuluyor.
 2009 yılında NIF sorumluları 30 Eylül 2012'de net enerji üreten bir füzyon tepkimesi gerçekleştirmeyi planlamışlardı ancak öngörülemeyen teknik problemler yüzünden planlanan tarih yakalanamadı, reaksiyon sonrası elde edilen güç matematiksel hesaplamaların öngördüğü değerden çok daha düşük çıktı. Daha sonra 3,5 milyar dolarlık tesis hedefini değiştirip füzyon araştırmalarından tesisin önceden de hedefleri arasında olan nükleer silah araştırmalarına yöneldi. Ancak son araştırmalar matematiksel hesaplamaların doğru olduğunu gösterdi ve bu da NIF araştırmalarına ve dolayısı ile füzyon araştırmalarına taze kan sağlayacağı öngörülüyor.
 Füzyon su anda kullanılan ve atomu parçalayan fisyonun aksine atomları birbirine kaynaştırarak enerji üretiyor. Lawrence Livermore Ulusal Araştırma Laboratuvarına bağlı NIF aralarında miyarlarca dolarlık ve Fransa'nın Caradahhe bölgesinde inşa edilen ITER projesi de dahil dünyadaki sayılı füzyon araştırma merkezlerinden biridir. Ancak ITER NIF'ten farklı olarak lazer yerine manyetik hapsetme yöntemi kullanıyor.

Çeviri: C. Caner Telimenli

(BBC)

NIF füzyon reaktörü ve 500 Terawatt Lazeri

8.10.2013

Higgs Parçacığı Nobel Fizik Ödülü Getirdi



Maddeye kütlesini verdiği düşünülen ve "Higgs Bozonu" adı verilen atomaltı parçacığına ilişkin ilk çalışmaları yapan Belçikalı fizikçi François Englert ile İngiliz bilim adamı Peter W. Higgs, bu yılki Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldü.

Nobel Komitesi, bir saatlik gecikme ile yaptığı açıklamasında, 1964 yılında birbirlerinden bağımsız olarak parçacıkların nasıl kütle kazandığını açıklayan Englert ile Higgs'in 2013 Fizik Ödülü'nü paylaştığını belirtti.

Englert ve Higgs'in 49 yıl önce öne sürdüğü teori, 2012'de İsviçre'nin Cenevre kentindeki Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) bilim adamları tarafından doğrulanmıştı.

Nobel Fizik Ödülü getiren kuram, dünyanın nasıl meydana geldiğini tanımlayan parçacık fiziğinin Standart Model'inin ana parçasını oluşturuyor. Standart Model'e göre çiçeklerden insana, yıldızlardan gezegenlere her şey, madde parçacıklarından meydana geliyor. Bu parçacıklar ise her şeyin olması gerektiği gibi çalışmasını sağlayan güç parçacıkları aracılığıyla yönetiliyor.

Standart Model, aynı zamanda Higgs ya da Tanrı Parçacığı olarak bilinen özel bir parçacığın varlığına dayanıyor. Bu parçacık, tüm uzayı kaplayan görünmez bir alandan türüyor. Model'e göre Higgs Parçacığı olmadan hiçbir şey var olamıyor. Çünkü Higgs Parçacığı'nın görünmez alanla teması, parçacıkların kütle kazanmasına yol açıyor. Englert ve Higgs'in ortaya koyduğu kuram, bu süreci açıklıyor.

CERN laboratuvarında yapılan deneyler sonucu Higgs Parçacığı'nın varlığı 4 Temmuz 2012'de doğrulanmıştı. 14 milyar yıl önce evrenin doğumuna yol açtığına inanılan Büyük Patlama ortamını yaratmayı amaçlayan 10 milyar dolar tutarındaki deney sırasında proton ışınları, 27 kilometrelik tüneli ışık hızıyla geçerek birbiriyle çarpıştırıldı. Higgs Parçacığı'nın bulunması için yapılan CERN'deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (BHÇ), insanoğlu tarafından inşa edilen en büyük ve en karmaşık makine olarak biliniyor.

Higgs Parçacığı'nın bulunmasına rağmen, Standart Model, kozmik bilmeceyi çözmeye yetmiyor. Çünkü Model, evrendeki tüm maddelerin sadece beşte birini açıklayabiliyor. Evrenin gizeminin çözülebilmesi için beşte dördünü oluşturan karanlık maddenin keşfedilmesi gerekiyor.

- François Englert

Belçika'nın Etterbeetk kentinde 1932'de doğan Englert, 1959'da mezun olduğu Brüksel'deki Universite Libre de Bruxelles'den emekli oldu. Englert, iş arkadaşı Robert Brout ile hazırladığı Parçacık Kuramı ile birçok ödül kazandı.

- Peter W. Higgs

İngiltere'nin Newcastle kentinde 1929 yılında dünyaya gelen Higgs, 1960'lı yıllarda temel parçacıkların kütlesinin kökenini açıkladığı çalışması ile ün kazandı. Higgs, Edinburgh Üniversitesi'nden emekli oldu.

- Nobel Fizik Ödülü

1901 ve 2012 yılları arasında 106 kez Nobel Fizik Ödülü verildi. Toplam 193 kişiye layık görülen ödüllerden 30'u 2 kişi, 29'u ise 3 kişi arasında paylaştırıldı.

Nobel Fizik Ödülü'ne 1956 ve 1972 yıllarında layık görülen John Bardeen, aynı dalda iki kez Nobel Ödülü kazanan tek bilim adamı olarak tarihe geçti. 1903 ve 1911'de Nobel'e layık görülen Marie Curie, ilk ödülünü fizik, ikinci ödülünü ise kimya alanında almıştı.

Nobel Fizik Ödülü'nü şimdiye kadar sadece iki kadın kazandı: Marie Curie (1903) ve Maria Goeppert-Mayer (1963).

Nobel Fizik Ödülü'nü alan en genç bilim adamı Lawrence Bragg oldu. Babası William Bragg ile 1915'te Nobel Fizik Ödülü'ne layık görülen Lawrence, ödülünü kucakladığında sadece 25 yaşındaydı. Lawrence Bragg, hala en genç Nobel sahibi unvanını elinde tutuyor.

Nobel Fizik Ödülü verilen en yaşlı bilim adamı ise 2002'de 88 yaşındayken ödüle layık görülen Raymond Davis Jr. oldu.

Fizik, aile üyelerinin en çok Nobel Ödülü aldığı alan. 1903'de Marie ve Pierre Curie çifti Nobel Fizik Ödülü'ne layık görüldü. 1915'teki ödül William Bragg ile oğlu Lawrence Bragg'a verildi. 1922 yılının Nobel Fizik Ödülü sahibi Niels Bohr'un oğlu Aage N. Bohr, aynı mutluluğu 1975'te tattı. Manne Siegbahn, 1924'te, oğlu Kai M. Siegbahn ise 1981'de Fizik Ödülü'ne layık görüldü. Thomson ailesi de 2 Nobel Fizik Ödülü'ne sahip. Baba J. J. Thomson'a 1906'da, oğlu George Paget Thomson'a ise 1937'de Nobel Ödülü verildi.

-Nobel Fizik Madalyası

Nobel Fizik Ödülü'nü kazananlara ödüllerinin takdim edildiği akşam bir de İsveçli heykeltıraş ve gravürcü Erik Lindberg tarafından tasarlanan madalya veriliyor.

İsveç Kraliyet Bilim Akademisi'nin madalyasına Mısır'ın en büyük tanrıçası İsis'e benzeyen bir doğa tanrıçası işlenmiş. Bulutların arasından çıkan tanrıça, kolları arasında bereketi simgeleyen bir boynuz tutuyor. Madalyada tanrıçanın yüzünü örten peçeyi ise "Bilim'in Dahisi" açıyor.

Madalyaya aynı zamanda Vergilius'un Aeneid adlı eserinden "Inventas vitam juvat excoluisse per artes" ifadesi kazınmış. Latince ifade, "Yeni buluşlar, sanatla güzelleşen hayatı daha da zengin kılar" anlamına geliyor.

- 2001'den bu yana Nobel Fizik Ödülü'ne layık görülenler:

2001: Eric Cornell (ABD), Wolfgang Ketterle (Almanya), Carl Wieman (ABD)

2002: Raymond Davis (ABD), Masatoshi Koshiba (Japonya), Riccardo Giacconi (ABD)

2003: Alexei Abrikosov (Rusya-ABD), Vitaly Ginzburg (Rusya), Anthony Leggett (İngiltere-ABD)

2004: David J. Gross (ABD), H. David Politzer (ABD), Frank Wilczek (ABD)

2005: Roy J. Glauber (ABD), John L. Hall (ABD), Theodor Haensch (Almanya)

2006: John C. Mather (ABD), George F. Smoot (ABD)

2007: Albert Fert (Fransa), Peter Grünberg (Almanya)

2008: Makoto Kobayaşi ile Toşihide Maskawa (Japonya) ve Yoichiro Nambu (ABD)

2009: Charles K. Kao, Willard S. Boyle ve George E. Smith (ABD)

2010: Andre Geim (Hollanda) ile Konstantin Novoselov (İngiltere)

2011: Saul Perlmutter, Brian Schmidt ve Adam Riess (ABD)

2012: David Wineland (ABD) ve Serge Haroche (Fransa)

Muhabir: Umur Koçak Semiz

(HABER3)

7.10.2013

Kendi Kendini Birleştiren Robotlar


 M-Blok diye adlandırılan küp şeklindeki küçük robotlardan oluşan ve dış parçası olmayan küçük robotlar içlerindeki çarklı mıknatıs sistemi sayesinde birleşip hareket edebiliyorlar.
 Bilim insanları minyatür sürü robotlar gibi çalışan bu makineleri  terminatör filmindeki şekil değiştirebilen sıvı metal T-1000 androidine benzetiyorlar. 

Araştırmalar MIT'in Bilgisayar Bilimleri ve Yapay Zeka laboratuvarı tarafından yürütülüyor.

 Massachusetts Institute of Technology (MIT) Bilgisayar Bilimleri ve Yapay Zeka laboratuvarı (CSAIL) araştırmacıları tarafından geliştirilen bu teknoloji binalara ve köprülerde geçici tamir amacıyla ya da geçici ve modifiye edilebilen iskele olarak kullanılabileceği düşünülüyor.
 Modüler robotların verilen görev ya da arazi şartları ne olursa olsun adapte olabilme yetenekleriyle başarılı olabilecekleri öngörülüyor.
 CSAIL araştırmacısı John Romanishin " Biz yerde rastgele dağılmış yüzlerce küpün birbirini tanımasını, birleşmesini ve otomatik olarak bir sandalyeye, merdivene ya da bir masaya dönüşebilmelerini istiyoruz." dedi.

M-Blok çarkı ve iç tasarımı

 M-blokları şu an için kablosuz bağlantı üzerinden gönderilen bilgisayar komutları ile yönetiliyor. Araştırmacılarsa gelecekte bloklara yüklenecek algoritmalarla kendi başlarına hareket edebilmelerini ve farklı ortamlara adapte olabilmelerini umuyor.
  Kameralar ve sensörlerle donatılmış blokların ileride savaş halinde ya da acil durumlarda belirli görevleri nasıl gerçekleştirebileceklerini çözebilmelerini umuyor.

Çeviri: C. Caner Telimenli

3.10.2013

Kötü anıları uykunuzdayken hafızanızdan silin

İnsanları uykularındayken korkularına maruz bırakmak, korkularını aşmalarına sağladı.

Vücut uyku halindeyken, beyin, o gün yapılan faaliyetleri işler ve o faaliyetler, daha sonra anımsanır. Ambien
(bir tür uyku ilacı) etkisi altındayken, uykunun kötü anıları akla getirdiği görülmüştür. Ancak yeni bir araştırma, uykunun verdiği şeyi, yine uykunun geri alabileceğini de gösteriyor. Korku dolu anılar, korku uyarıcılara maruz bırakılarak uyku sırasında yok edilebiliyor.

Nortwestern Üniversitesi tıp okulundaki birtakım nörobilimcinin yaptığı bir araştırma, bir kokudan dolayı ortaya çıkan korkunç anıların, katılımcıların uyku süresince o kokuya maruz bırakılması ile azaltılabileceğini gösterdi.  Araştırmacılar, insanlara hafif elektrik şokları vererek, ter ve fMRI (fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme) taramaları ile, insanlarda korku oluşmasını sağladı. İnsanlar şoktayken, iki farklı yüz gördüler ve her biri için belli bir koku algıladılar.

Katılımcılar uyurken, yavaş dalga uykusu sırasında, daha önce elektrik şokunun etkisiyle ilişkilendirmeyi öğrendikleri kokulardan birini algıladılar. Uyandıklarında, uyudukları sırada o koku ile ilişkilendirilmiş yüzü gördüklerinde daha az tepki verdiler.

Koku ve korku yok edimi üzerine çalışan nöroloji doktoru öncü yazar Katherina Hauner, bir açıklamasında, “Korku üzerinde küçük ama önemli bir azalma oldu,” dedi. “Eğer bu, daha önceden var olan korku üzerine de uygulanabilse, fobiler, uyku sırasında kolaylıkla yenilebilir.”

Bu, kötü anıları silmekte dünyadaki ilk girişim değil. Geçtiğimiz sonbahar, Stanford’ta yapılan bir araştırmada, uyuyan farelerde kimyasal olarak, korkunç anılar başarı ile silindi. Geçtiğimiz hafta, MIT ve Cambridge Whitehead Biyomedikal Araştırma Enstitüsü, anıların yok edilmesinde önemli Tet1 adlı geni saptadılar ve geni geliştirerek PTSD (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) hastalarına kötü anılarını rahatlıkla unutmalarını sağlayacaklarını öne sürdüler.

Nortwestern araştırmacıları, araştırma küçük çaplı olsa da (15 kişi içeriyordu) duygusal anıların, uyku sırasında başarılı şekilde yönetildiğini söyledi.

(bilim.org)

27.09.2013

BM raporu: Küresel ısınmadan insan sorumlu

 İsveç'in başkenti Stokholm'de bir haftadır devam eden ve bilim insanları ile 195 ülkeden hükümet temsilcilerinin katıldığı konferansın ardından açıklanan raporda, bilim insanları, 1950'den bu yana küresel ısınmanın temel nedeni olarak "% 95 kesinlikle" insan faaliyetlerini gösteriyor.

 Son 15 yıldır küresel ısınmada gözlenen duraksamanın uzun vadeli bir trendi yansıtamayacak kadar kısa dönemli olduğu vurgulanıyor. Raporda, sera gazı salımının devam etmesinin daha fazla küresel ısınmaya ve
iklim sisteminde çok yönlü değişime yol açacağına dikkat çekiliyor. Bu değişiklikleri sınırlamak için "tatmin edici ve sürekli bir şekilde sera gazı salımının azaltılması" gerektiği vurgulanıyor.

 Stokholm'de bir hafta boyunca devam eden yoğun tartışmaların ardından, küresel ısınmaya dair kapsamlı fiziksel verileri içeren özet, bu konuda tedbir kararları alacak olan yetkililere sunuldu. IPCC raporu, 1950'lerden bu yana iklimde gözlenen değişikliklerin birçoğunun "görülmemiş seviyede" olduğuna ve bu ısı artışının yarıdan fazlasının insan faaliyetlerinden kaynaklandığına dikkat çekiyor. Son 30 yılda dünya yüzeyindeki sıcaklığın giderek arttığı ve 1850'den bu yana -hatta muhtemelen son 1400 yılda- kaydedilenden daha yüksek olduğu belirtiliyor.

 Raporu hazırlayan çalışma grubunun eş başkanı Qin Dahe, "atmosfer ve okyanusta ısınma kaydedildiğini, kar ve buz miktarında azalma olduğunu, ortalama deniz seviyesinde yükselme gözlendiğini ve sera gazı yoğunlaşmasında artış olduğunu" kaydetti. IPCC'nin önümüzdeki 12 ayda yayımlanacak olan 36 sayfalık raporunun ilk bölümü, küresel ısınmanın gerçekleşme şekli ve nedenleri konusunda en kapsamlı bilgileri içeriyor. Rapor, 1998'den bu yana ısı artışında kaydedilen duraksama için "Kısa dönemlere ait kayıtlarda başlama ve bitiş tarihi büyük hassasiyete neden olur ve genel olarak uzun dönemli iklim eğilimlerini yansıtmaz" ifadesini kullandı.

 Ancak raporda, 2007'de ifade edilen 2,0-4,5 derecelik ısı artışı seviyesi 1,5-4,5 seviyesine çekildi.
Küresel ısınmaya karşı uygulanacak önlemleri belirleyecek kurumlar için hazırlanan özet raporda bilim insanları, deniz seviyesinde görülecek yükselmenin son 40 yılda kaydedilenden daha fazla olacağına dikkat çekiyor.

(BBC Türkçe)

25.09.2013

Kanseri Mutant Virüslerle Yenmek


 Birçok ülke üniversitelerini en çok meşgul eden konulardan biri olan kansere bir tedavi bulma çabaları tüm hızı ile devam ediyor. Zaman zaman medyada çıkan potansiyel tedavilerin bir kısmı insanlığın büyük problemlerinden biri olan kanser hastalığını genetik mühendislikle çözmeye çalışıyor.

Uçuk virüsü bulaştırılmış bir hücre


 Tokyo üniversitesinden Japon bilim adamlarının geliştirdiği ve şu anda testlerine başlanılan yeni bir yöntem sayesinde kanserin tedavisinde büyük bir ilerleme kaydedilmesi umuluyor. Sıradan ve çoğu insanın başına bela olmuş uçuk virüsü bilim çevrelerince çok iyi bilinen üzerinde çalışılmış ve tedavi edilmesi kolay olan bir virüstür. İşte bu virüsün sadece 3 DNA'sını değiştirerek sadece kanser hücrelerini öldüren bir mutant uçuk virüsü üretildi.

 Yukarıda değiştirildiğinden bahsettiğimiz genlerden ilki Gamma 34,5 denen gen. Bu gen uçuk virüsünün sağlıklı bir hücreye girdiğinde hücrenin doğal savunma mekanizması olan kendini yok etme sistemini etkisiz kılıyor. Bir hücre yabancı bir yapı tarafından işgale uğradığında bu yapının kontrolüne girip etrafına zarar vermemek için kendini yok eder. İşte tam bu aşamada virüsün bu geni aktif hale gelip hücrenin kendini yok etmesini engelliyor.

 Hastalıklı bir kanser hücresinde ise kendini yok etme mekanizması zaten çalışmadığı için bu gen zaten o hücreyi etkilemiyor. Ancak virüsün sahip olduğu bu gen etkisiz hale getirilirse virüs sağlıklı hücrelere girdiğinde o hücre kendini yok edeceği için virüs yayılmayacak ve hastalıklı kanser hücrelerinde kendini yok etme sisteme olmadığı için hastalıklı hücreler virüsün üremesi için uygun bir ortam sağlayacak. Bu sayede kanserin kontrol edilmesine yönelik ilk adım atılmış olacak.

 Savaşımızda kullanacağımız ikinci genimiz ise ICP6 isimli uçuk virüsü geni. Bu gen uçuk virüsü sağlıklı bir hücreye girdiğinde virüsün kendi kopyalarını yapabilmesi için gerekli olan proteinleri oluşturmasını sağlar. Bu sayede diğer hücreleri işgal edecek yeni jenerasyonlar üretilir. Ancak hastalıklı kanser hücrelerinde durum farklıdır. Sağlıklı hücrelerin aksine sürekli bölünen kanser hücrelerinde yeni virüs DNA'sı yapmak için gerekli proteinler mevcuttur. Virüsün ICP6 geni etkisiz hale getirilince sağlıklı hücrelerde çoğalamacağı için hastalıklı hücreler tek üreme ortamı olarak kalacak ve kanser yayılımı azalacaktır.

Herpes simpleks
Uçuk virüsü ve yapısı

 Bu şekilde iki gen etkisiz hale getirildikten sonra kanserin yayılımının %75 azaldığı görülmüştür. Ancak bu durum yine de yetersiz kaldığı için bir müdahaleye daha ihtiyacımız var.

 İşte burada devreye Alfa 47 geni giriyor. Bu genin virüsteki görevi işgal edilen hücrenin içinde virüsün oluşturulması için kullanılan proteinlerin hücre zarında belirip vücudun savunma mekanizması tarafından durumun fark edilmesini önlemek. Bu durum genetik mühendislik sayesinde avantaja çevriliyor ve Alfa 47 geni devre dışı bırakılıyor. Sağlıklı hücrede virüs bulaştığında o hücre vücudun savunma sistemi tarafından yok ediliyor ve bu sayede uçuk virüsü yayılmıyor. Kanserli hasta hücrelerde de bu sistem sayesinde kanserli hücreler savunma sistemi tarafından sindirilip yok ediliyor.

 Bu üç mutasyon bir arada uygulandığında kanserli hücrelerin yayılması tamamen duruyor. Ve bu gelişme kanserin tedavisinde bir umut ışığı belirlemesini sağlıyor.

C. Caner Telimenli

Kaynak:
NHK world J-Innovators show Jun/14/2012

24.09.2013

Mars Zıpzıp Konsepti "Mantıklı"

 Şu an için Mars görevlerinde aracın yüzeyde hareket edebilmesi için tekerlekler kullanılmaktadır. Ancak aracın hareketleri kum tuzakları , kayalar ve uçurumlar yüzünden engellenebilmektedir. Hopper denen ve "Zıpzıp" diye çevirebileceğimiz teknoloji ile  araçlar bir sonraki uygun araziye geçiş yapabilir.

 Araştırmayı yapan takım Leicester Üniversitesi ve Astrium Space şirketi tarafından destekleniyor. Karbondioksit'in Mars yüzeyinden emilip sıkıştırılması ve sıvılaştırılması ile çalışacak radyoizotop termal roket motoru kullanılmasını öneriyorlar. Sıvılaştırılan karbondioksit radyoaktif kaynak tarafından alındığı bölme içerisinde ısıtılarak hızlı bir şekilde gaz haline dönüşerek aracın egzozundan çıkar ve oluşan tazyik hareket oluşturur. Hesaplamalara göre oluşan itiş gücü sayesinde bir tonluk bir araç bir seferde 900 metrelik bir sıçrayış gerçekleştirebilir.
Leicester Üniversitesi Uzay araştırma merkezinden Hugo Williams'ın dediğine göre "Bu yaklaşımın avantajı daha agresif yer şekillerini daha kolay geçebilmeniz ve size verdiği ekstra mobilitedir, bu yöntemle en başarılı Mars araçlarının katettiği mesafeden daha uzun mesafeler katedilebilir."

 Takım bu öneriyi ilk kez 3 yıl önce dile getirmişti, o günden beri takım fikirlerini geliştirmek için üzerinde çalışmaktalar. Özellikle aracın bacakları ve gaz sıkıştırma sisteminin detayları üzerinde çalışıyorlar. Çalışmanın kötü tarafı ise uzay araçlarının bacaklarında kullanılan iniş sırasındaki çarpışma şiddetini azaltmaya yarayan bal peteği tasarımın parçalanmaya müsait olması. Eğer bir kez inecekseniz mükemmel bir tasarım, ancak araç o bacakları sıçramalarda tekrar kullanacaksa sorun çıkaracak bir durum olduğu açık. Takım hareketli parçaları olan ama dünyada kullandığımız araçlarda olduğu gibi hidrolik sıvılar kullanmayan tasarımlar arıyor.

 Astrium'da görev sistemleri mühendisi olan Mike Williams "İnsanların okuldaki bilim derslerinden hatırlayabileceği manyetik bir sistem kullanıyoruz." diye açıklıyor. "Bakır bir tüpten bir mıknatıs bıraktığınızda aşağı düşmesini beklersiniz, ama mıknatısın oluşturduğu girdaplı akımlar karşı manyetik alan oluşturur ve mıknatıs bu sayede yavaşlar." dedi ve ekledi, "Hiçbir şey sıkıştırılmadığı ve hidrolik sıvı olmadığı için sıcaklık ve ortamın etkileri sistemi kötü etkileyemez."


 Araştırmanın son aşaması Avrupa uzay ajansı  (ESA) tarafından desteklendi. 1000 kg'lik bacak uzunluğu 4 metre ve gövde genişliği 2,5 metre olan tasarım sayesinde 20 kg kadar bilimsel cihaz taşınabileceği öngörülüyor. Çalışma ayrıca geliştirilmesi gereken dalları da ortaya çıkardı. Örnek olarak kullanılan sıkıştırma sistemi hareket etmek için gerekli olan yeterli yakıt miktarına ulaşabilmek için birkaç haftaya ihtiyacı var. Pratik olabilmesi için bu surenin iyiden iyiye düşürülmesi gerekiyor.

 Mike Williams "Bazı teknolojilerin limitlerine rağmen sanıyorum ki bu görevin gerçekleştirilebileceğini kanıtladık." diye konuştu. "Erken dönemindeki konsept tasarımların çok hızlı bir şekilde yanlış olduğu ortaya konabiliyor. Buradaki durum kesinlikle bu değil." diye de ekledi.
Curiosity aracı hedefi olan dağa ulaşabilmek için tehlikeli bir kum tuzağından geçmek zorunda

 Marsta bir zıpzıp görüp göremeyeceğimiz ise ayrı bir konu. Şu an tekerlekli araçlar çok iyi bir iş çıkartıyor ve eğer farklı bir tür yöntemle ilerleyecek bir araç göndermeyi seçersek alternatifler çok fazla. Bunların arasında uçaklar, balonlar ve rüzgarda ilerleyen yabani kadife çiçeği tarzı araçlar da var.

"Zıpzıp konsepti buradan nereye gider bilmiyorum" diyor Hugo Williams."Ancak bu türden araştırmaları yapmamızın sebebinin sırf bir görevle alakalı değil daha sonrasında gelecek olan görevleri ya da dünyada geliştirilecek olan teknolojilere ön ayak olmak." diye de ekliyor.

Çeviri: C.Caner Telimenli

(BBC)

23.09.2013

Hawking: 'Ölümsüzlük mümkün'


Dünyaca ünlü astrofizikçi Stephen Hawking'ın hayatı beyaz perdeye aktarıldı. Hawking'in yaşamını konu alan belgeselin prömiyeri İngiltere'de yapıldı. Gösterim sonrası ünlü astrofizikçi, kameraların karşısındaydı.
21 yaşında motor-nöron hastalığı teşhisi konulan ve sadece 3 yıl ömür biçilen Hawking, ''Bütün hayatımı erken ölüm tehdidi altında geçirdim, dolasıyla zamanı boşa harcamaktan nefret ederim'' dedi.
Yazıları sese dönüştüren bilgisayar sayesinde konuşabilen Stephen Hawking'e, insan bilincinin öldükten sonra var olmayı sürdürüp sürdüremeyeceği soruldu.
'BEYNİ BİLGİSAYARA KOPYALAMAK MÜMKÜN'
Hawking bu soruyu "Bence beyin bilgisayar gibi bir program. Dolayısıyla teoride beyni bilgisayara kopyalamak mümkün. Bu sayede bedenen öldükten sonra bile bir yaşam formu oluşturulabilir. Ancak şu anki imkanlarla bunu gerçekleştirmemiz mümkün değil" diye yanıtladı.
Yaşam enerjisini mizah duygusuna borçlu olduğunu söyleyen Hawkıng'den bir de itiraf geldi. "Bir süper kahraman olmayı seçecek olsam Superman olurdum. Superman'de bende olmayan her şey var" diyen Hawking, yaşam öyküsünün diğer insanlara ilham kaynağı olmasını umduğunu dile getirdi.

(ntvmsnbc)

20.09.2013

Arktik’te erime rekor seviyede




İskoçya’nın başkenti Edinburgh’da düzenlenen sempozyumda Cryosat görevindeki yeni verileri sunan bilim insanları, Arktik’teki buzul seviyesinin hem kalınlık, hem de kapladığı alan bakımından önemli ölçüde azaldığını belirtti. İlk verileri 2010-2011 arasında elde edilen çalışma henüz çok yeni olsa da, veriler geçtiğimiz yıl Amerikan Meteorolojik Topluluğu tarafından sunulan raporla aynı sonuçları verdi.
Bilim insanlarına azalan buz yoğunluğu hakkında daha kesin bilgiler sunan Cryosat, uydu görüntüleri aracılığıyla yaşanan olumsuz değişimin boyutlarını gözler önüne serdi. Sempozyumda söz alan İngiltere’nin Leeds Üniversitesi’nden Andrew Shepherd, “Uydular tarafından yapılan ölçümler aracılığıyla, bazı bölgelerde buz kalınlığının diğer bölgelere oranla daha fazla inceldiğini ve son üç yıl içinde hem kış hem de yaz dönemlerindeki buz yoğunluğunun azaldığını tespit ettik” dedi.
Shephard, “2012 kışı sonunda mevcut olan Arktik buzulu 15 bin kübik kilometreden daha azdı. Bu miktar, geçmiş yıllara kıyasla en az buz yoğunluğuna işaret ettiği gibi, kışın buz örtüsünde görülen artışın azaldığını ortaya koydu” ifadesini kullandı.
Digitaljournal sitesinin haberine göre, Cryosat, Arktik buzulları üzerinde Ekim 2010-Nisan 2013 arasında art arda üç ölçüm yaptı. 2013 yazında buzul miktarının rekor oranda azaldığını gösteren en son ölçüm, Kuzey Kutbu’nun hızla eridiğini ortaya koydu.

ERİME HIZI ÜÇ KATINA ÇIKTI


Profesör Shepherd ve NASA’nın Jet İtiş Gücü Laboratuvarı’ndan Dr. Erik Ivins’in başını çektiği araştırma ekibi, 2012 sonunda Science dergisinde yayımlanan araştırmalarında, Antarktika ve Arktik'teki erimenin boyutu hakkındaki belirsizliği sona erdirmişti.
Uydulardan elde edilen bilgiler her iki bölgede de erime hızının düzenli olarak arttığını, 1990’lara oranla buzul erimesinin üç katına çıktığını gösterdi.
Erimelerin 1990’lı yıllarda neden olduğu deniz seviyesi artışı her yıl 0.27 mm olurken, son yıllarda bu sayı 0.95 mm’ye çıktı.
Bilim insanları, Cryosat projesi kapsamında elde edilen verileri 2012-2013’te elde edilen verilerle karşılaştırmaya hazırlanıyor.

(ntvmsnbc)

13.09.2013

Güneş Sistemi Dışına Çıkan İlk Uydu



Güneş Sistemi dışına çıkan ilk uydu 35 yıl önce uzaya fırlatılan Voyager 1 uydusu oldu. Voyager 1, gelen son veriler verilere göre Güneş'in ve Güneş sisteminin sınırlarını belirleyen heliyosferin etkisinden çıkıp yıldızlararası ortama girmiş bulunuyor.
Heliyosfer, Güneş merkezli ve Güneş rüzgarının oluşturduğu yüksek enerjili parçacıkların etkin olduğu bir büyük balon olarak görülebilir. Bu sanal balonun dışına çıkılınca Samanyolu gökadasında  yıldızlararası gaz ve toz parçacıklarının oluşturduğu ortamın bulunduğu varsayılıyor.
Voyager 1 uydusundan gelen veriler 25 Ağustos 2012'de ani bir değişiklik göstermişti. Uydu o zaman Güneşten 18 milyar km uzaklıktaydı. Heliyosfer sınırında sıkışmış olarak bulunduğuna  inanılan kaynağı belirsiz (anamolous) kozmik ışınların şiddeti birdenbire %99 azalarak neredeyse sıfıra yaklaşmıştı. Bunun hemen arkasından galaktik kozmik ışınların, yani Güneş sistemine dışardan gelen kozmik ışınların şiddeti fırlatılıştan beri görülmeyen en yüksek düzeylere ulaştı. Bu düzeyler daha önce ölçülenlerin iki katıydı.

Buluşlar Geophysical Reserach Letters bilimsel dergisinde yayımlanmak üzere kabul edildi. Konu uzmanlarından New Mexico Eyalet Üniversitesinde astronomi profesörü Bill Webber'in sözleriyle, "Belirsiz kaynaklı sıkışmış kozmik ışınların birden azalması ve galaktik kozmik ışınların birden artması, beklendiği gibi heliyosfer sınırına gelindiğini gösterir." demektedir.
Makalenin yazarları ayrıca, hidrojen ve helyum spektral çizgilerindeki değişimin heliyosferin bittiğini belirleyen diğer bir kanıt olduğunu yazmaktalar. Ancak Webber ve bazı gökbilimciler heliyosferin dışına çıkıldığını kabul etmekle birlikte, acaba tam yıldızlararası ortama girildiği kabul edilebilir mi diye sormaktalar. Belki arada bulunan henüz bilinmeyen yeni bir geçiş ortamı da olabilir demekteler.

Ancak her durumda insanlık tarihinde ilk kez bir insan yapısı aracın Güneş Sistemi dışına çıktığı kayıtlara geçmiş bulunuyor.

(bilimania)

28.08.2013

Aşk ve İnsan; Bağlanmak mı Bağımlılık mı?


 Birçok kültürde çok fazla sayıda hikaye ve şarkıya konu olan aşk aslında nedir hiç düşündünüz mü? Tabi ciddi olarak düşünmekten bahsediyorum. Bir insanın diğer bir insandan bazen kendi hayatını hiçe sayacak şekilde hoşlanmasının sebebi nedir? Aşk sonsuza dek sürer mi? Peki bu durum ne kadar bilinçli bir durumdur? Bunları hepsi zaman zaman düşündüğümüz ve aklımızı karıştırdığı için üstünde pek durmadığımız sorulardır. Ancak hepsinin mantıklı ve beklediğimizden basit bir açıklaması mevcuttur.

 Aşk üzerine hali hazırda yapılmış birçok felsefi yorumun deneyimlerden geldiğini düşünürsek bilimsel bir açıklama getirmeden bile konu üzerinde belli bir miktar öngörü geliştirmek mümkündür. "Aşk bir ateş gibidir insanı yakar" ya da "Aşık adamın gözü başkasını görmez" gibi anonimleşmiş deyişler buna güzel örneklerdir. Peki gerçekte nasıl aşık oluruz? Bunun olmasını sağlayan sürecin başını görme duyumuz çeker. Genetik ve bir parça da olsa toplum tarafından belirlenen fiziksel standartlar uzaktan belli bir dişi ya da erkeğin sağlık durumu, üretkenlik düzeyi ve sosyal statüsü hakkında belli başlı bilgiler vererek bilinç altımızı etkiler.Bilinç altımız aslında hayatımızda sandığımızdan çok daha fazla etkilidir. Karar almadan basit günlük işlere kadar birçok konuda kontrol sahibidir. Siz bisiklet sürerken aslında denge kontrolü ve tehdit algılama işleri siz direk olarak gerçekleştirmezseniz. Bir kere bisiklet sürmeyi öğrendikten sonra görevi bilinç altınız devralır. Aynı şey eş seçiminde de söz konusudur.  Burada bilinçli olarak yapılabilecek çok az şey vardır. Bunun temel sebebi bilinç altımızın daha önceden yüklenen bilgiler ışığında bizi aşırı yüklemeden kurtulmak için bazı tercihleri otomatik yapmasıdır. Buna örnek olarak uzun boyluların kısalara, formda kişilerin kilolulara göre daha fazla tercih edilmesini verebiliriz.

 Bir diğer insanın kokusunu alabilecek kadar yaklaştığınızda ise işin kontrolünü "feromonlar" devralır. Feromonlar birçok canlı tarafından salgılanan ve bireyler arasında iletişimi sağlayan salgılardır. Kuşlar dışında birçok tür tarafından iz sürme, alarm verip çevredekileri uyarma, cinsel uyarma amacıyla ve alıcının davranış ve psikolojisini değiştirme amacı ile kullanılabilmektedir. İnsanlar arasındaki etkileşimlerde feromonların rolü büyüktür. Bu yaydığımız doğal koku başlıca o insanın yediği içtiği besinler, geçirmekte olduğu hastalıklar, kişinin yaşam tarzı, cinsiyeti ve cinsel durumu, genetik yapısı ve aldığı ilaçlar gibi birçok şey hakkında karşı tarafın bilinç altına yönelik mesajlar göndermektedir. Bu mesajlar alıcı taraf tarafından işlenip beyinde bazı hormonların salgılanmasını sağlar. Bizim durumumuzda Eğer alınan mesaj olumlu ise yani karşımızdaki kişinin sağlıklı bir aday olduğunu söylüyorsa beynimiz bağımlılık yaratan bazı hormonlar sağlayarak bu kişiye aşık olmamızı sağlar. Bu salgılanan hormonlar madde bağımlılığı olan kişilerinki ile çok benzerdir. Öyle ki beynin aynı bölgelerini etkiler, ve bu sayede karşıdakine karşı dayanılmaz bir çekim hissederiz. Bu durum karşıdakinin beyinde tetiklediği kimyasallara bağlı bir durum olduğu için o kişinin yokluğunda madde yoksunluğunda bağımlıların yaşadığına benzer bir geri çekilme etkisi (withdrawal effect) yaşanır. Kişi bu durumda acı çeker, tutarsız davranışlar sergiler. Bu durum arzulanan o kişi ile bir araya gelinceye kadar ya da bağımlılıktan kurtuluncaya kadar sürer ve hoş bir deneyim değildir. Ayrıca dişilerin feromonlar üzerinden karşı cinsin uygunluğu üzerine değerlendirme yapmak konusunda daha iyi olduğu anlaşılıyor.

 Buradan yola çıkarak "güzel kadın kokusu" olarak bahsedilen mitin gerçek olduğunu söyleyebiliriz. Doğal olarak ilgi çekici olan bir bireyin kokusunun başka insanların üzerine sindiğinde o kişiye yönelik davranışların değişmesi söz konusu olabilir. Parfüm sektörünün asıl amacı da aslında budur, o eşsiz çekici kokuyu bulup şişeleyebilmek. Tabi bu durumda koku geçince aşkın yok olduğu durumlar da kaçınılmaz oluyor.

 O büyülü olgunun bu şekilde rasyonel bir açıklamasının yapılması her ne kadar biraz rahatsız edici olabilse de aşkın aslında bağımlılık olduğunu ve asıl önemli olanın kişiler arasında zamanla gelişen sevgi olduğunu bilmek pek çok kişinin bimekten hoşnut olacağı birşey olsa gerek diye düşünüyorum.

C. Caner Telimenli

Kaynaklar:

  • American Physiological Society (2005) “Love’s All in the Brain;” 
  • Heussner, K. M. (2010) “Addicted to Love? It’s not you, it’s your brain;”
  • James, J. (2010) “Study suggests love and drug addiction activate same regions of the brain;” Stanford Medicine Scope: Neuroscience


21.08.2013

Nükleer Füzyon; Ne zaman?



 Küresel iklim değişiminin ağırlığının hissedildiği  ve insanlığın enerji gereksiniminin çoğunun fosil yakıtlardan sağlandığı bu çağda pek çok kişi çözümün nükleer enerji de dahil olmak üzere alternatif enerji kaynaklarında olduğunu düşünüyor. Şu an için bütün nükleer reaktörler fisyon temellidir : Ağır atomları kontrollü bir şekilde daha hafif atomlara bölüp işlem sırasında enerji üretmektedir. Her şey iyi giderken fisyon güvenli bir enerji kaynağı olmasına rağmen radyoaktif yakıt, sorunlu atıklar ve en son örnek yüksek maliyetli Fukushima kazası gibi problemler de mevcuttur.
 Nükleer füzyon prensipte daha temiz ve daha ucuz bir yakıt kaynağı olan hidrojenin izotopu olan ve sudan elde edilebilen döteryum kullanmaktadır ve atık olarak sadece helyum üretmektedir. Matrix filminde, SimCity 2000 gibi oyunlarda ve birçok politik hayalci tarafından kaçınılmaz bir şekilde geleceğin enerji kaynağı olarak görülen füzyon ne yazık ki hala gerçekleşmekten çok uzakta ve bir şakada olduğu gibi "füzyon geleceğin enerji kaynağı - ve her zaman da öyle kalacak"
 Bunun sebebi devamlı bir füzyon reaksiyonunun - başlatılması ve devam ettirilebilmesi için ürettiğinden daha az bir enerjiye gereksinim duyan - imkansız ya da çok zor olması  söz konusu değildir. Bilindiği gibi füzyon reaksiyonunun en başarılı örneklerinden biri ölüm ve şiddet uğruna güvenlik kontrolü feda eden hidrojen bombasıdır. Füzyon reaktörlerinin ise açık bir şekilde sınırlandırılmış olması gerekmektedir.

Kozmik Çarpıştırıcı

  Kararlı bir reaksiyon elde edebilmek için ne gerektiğini anlayabilmek için en iyi bilinen reaktör olan yıldızlara bir göz atalım. Güneş gibi bir yıldızın içindeki güçlü kütle çekimi hidrojeni sıkıştırıp plazma - eşit miktarda proton ve elektronlardan oluşan bir karışım - haline getirir. 15 milyon derece gibi sıcaklıklar ve yüksek basınç protonların yüklerinden kaynaklana itim kuvvetinin üstesinden gelip birbirlerine temas etmelerine ve nötrona dönüşmelerine ve büyük miktarda enerji salmalarına sebep olur.
 Açıkça söylemek gerekirse biz bu koşulları istesek bile sağlayamayız. Yıldızların hidrojeni kontrol etmeye yetecek kadar bir kütleleri var ancak bizim o lüksümüz yok ve bu yüzden fizikçilerin elektromanyetizmayı kullanması gerekiyor. Ayrıca bilim insanları reaksiyona hidrojen yerine döteryum ya da trityumla başlayarak gereken enerji miktarını düşürebilirler. (trityum bir proton ve 2 nötrondan oluşan bir hidrojen izotopu olduğu için hidrojenin kendisinden ya da döteryumdan daha kararlı bir seçim) Yine de sıcaklık ve basınç yüksek olması gerekiyor ve bu sebeple reaksiyonu başlatmak için gereken enerji miktarı da yüksek olmalı, bu da enerji üretme amacını baltalıyor.
 Zorluğun bir sebebi plazmanın doğasında yatıyor. Oksijen gibi sıradan bir gazı bir kabın içine koyduğunuzda kabın hacmini küçülterek ısı ve basıncı arttırabilirsiniz. Ancak plazma bulunduğu kabı eritebilecek sıcaklıkta yüklü parçacıklardan oluşur. Ayrıca şartlar çok dikkatli bir şekilde kontrol edilmezse elektronlar protonlar ile tekrar bir araya gelip füzyon açısından işe yaramaz doğal bir hidrojen oluşturur. Benzer sebeplerle kabın gaz içermemesi gerekir.
 Hidrojen dışındaki elementlerle füzyon reaksiyonu başlatmak için bir umut var ve bunlar daha fazla protona sahip oldukları için daha uygun elementler. Bu durum aynı zamanda atomların birbirini itmesini arttırarak füzyonu başlatmak için gerekli enerji miktarını arttırmaktadır. Araştırmalara konu olan bu elementler helyum lityum ve bor olmakla birlikte bu elementler dünya üzerinde hidrojene kıyasla çok daha az miktarda bulunmaktadır.
Tokamak Türü Reaktör Modeli

Sıcak Simitler

 Durum tamamen umutsuz da sayılmaz. Araştırmacılar füzyon problemi için çoğu döteryumu akıllıca yöntemlerle sıkıştırmak üzerine birkaç değişik çözüm peşinde koşuyorlar. Bunlardan en eskisi güçlü manyetik alanların duvar gibi davrandığı manyetik hapsetme yöntemidir. Bunun en bilinen örneği  1950 lerde Sovyetlerde yapılan tokamak reaktörüdür. Bu reaktörde döteryum ve trityum elektronlar atomlardan bağlarını koparana dek ısınacakları simit şeklindeki bir yapının içine enjekte edilir. Merkezdeki manyetik alanlar plazmayı sıkıştırırken plazmanın yüksek ısısı tepkimeyi devam ettirir. Ancak ne yazık ki İngiltere'deki Torus (JET) ve ABD'deki Tokamak Füzyon Test Reaktörü (TFTR) reaktörleri sisteme girenden daha fazla enerji üretemedi. Şimdiyse  ITER (Uluslararası Termonükleer Deneysel Reaktörü) yeni bir umut oldu. 15 miyar Euro'luk bu proje Fransanın güneyinde simdiye kadar yapılan en büyük tokamak reaktörünü kurmayı amaçlıyor. 2020 civarında operasyonel olması beklenen reaktörün ilk testlerine 2028'de başlaması planlanıyor. Ancak Amerikan senatosunun Iter'e olan finansal desteğini çekme kararı gibi lojistik problemler projeyi baltalıyor.
 Birçok çevre ise Ataletsel hapsetme (inertial confinement) yönteminin daha iyi bir seçenek olduğunu düşünüyor. Bu yöntem yüksek enerjili fotonlarla - X ışınları - hidrojen ve izotoplarını bombalayarak kontrol altına almayı ve sıkıştırmayı amaçlıyor. Sistemi tamamen çevreleyen lazerler tarafından ateşlenen X ışını darbeleri hidrojeni ısıtıp sıkıştırıp iyonize ederek reaksiyonun başlamasını sağlıyor. Bu modelin en büyük problemi çok fazla enerji tüketen X ışını lazerleri konusu ve bu konu üzerinde araştırmacılar  Amerika'da SLAC laboratuvarı ve Avrupa'da X-ray'siz Elektron Lazeri çalışmasında problem üzerinde çalışıyorlar.
 ABD'deki Sandia Ulusal Araştırma Laboratuvarında  Z-makinesi isimli cihaz manyetik ve ataletsel hapsetme yöntemlerinin bir karışımını sunuyor. Z-makinesi tam olarak bir füzyon reaktörü olmasa da (nükleer silah modelleri üretiyor) kullandığı manyetik alan ve X ışını lazerleri misket şeklinde bir hidrojen kütlesini sıkıştırmak için bombardıman amacı ile kullanılıyor.
 Sıkıştırma ve hapsetmenin başka yolları da var ve kuşkusuz bir şekilde daha fazlası da olacaktır. Bu yollardan biri Muonları kullanarak döteryum füzyonu için gereken enerji bariyerini aşağılara çekmek. Muonlar elektronların daha ağır ve kararsız versiyonu olduğu için basınçla sıkıştırıp reaksiyon başlatmayı kolaylaştırıyor. Ancak muonları yapmak ve onlardan oluşan atomları hazırlamak için gereken enerji hesaba katıldığı zaman bu yolla çalışan bir reaktörün istenen verimi verip veremeyeceği şüpheli bir hale geliyor.
 Peki bu sorunların bir çözümü yok mu? Birçok konuda olduğu gibi insan dehası ve pratik engeller bu konuda belirleyici oluyor. Füzyon reaktörleri pahalı ve bu yola yatırılan para bir umut ışığına tutunuyor. Daha açık belirtmek gerekirse ola ki bir gün füzyon reaktörleri verimli bir şekilde üretim yapmaya başlarsa yapılan yatırımın kat ve kat fazlasını sağlayarak emeklerin karşılığını vermesi umuluyor.

Çeviri:  C. Caner Telimenli

(BBC)

15.08.2013

Tony Stark ile Füzyon



Bilim ve teknoloji bazen filmlerden ya da çizgi romanlardan ilham alsa da bunun tersi de oldukça sık karşılaşılan bir durum. Bilimin deneysel, adım adım ve gerçekçi ilerleyişine karşın hayal gücünden beslenen süper kahramanlar bu konuda sınır tanımıyor. Fantastik film yapımcıları çoğu zaman bilim danışmanları ile çalışıyorlar. Onlardan aldıkları ufak fikirlerin engellerini hayal güçleri ile kaldırıp seyirciye sunuyorlar.
Orijinal adı ile Iron Man, Marvel’in sinemaya uyarlanmış popüler çizgi roman kahramanlarından sadece biri. Anthony Edward “Tony” Stark’ı çoğumuz Demir Adam kostümünün içindeki kurgusal karakter olarak tanıyoruz. Tony, 15 yaşında Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nün elektrik mühendisliği programına kabul ediliyor ve 2 doktora derecesi ile mezun oluyor. Gerçek dünyadan kurumlarla olan bu ilgisi takipçilerinin bir yakınlık hissetmesini amaçlıyor olsa gerek. Yirmi bir yaşına geldiğinde ailesini trafik kazasında kaybeden Tony, Stark Endüstri’nin tek mirasçısı oluyor. Kısa sürede çapkın tavırları ve mühendislik dehasıyla ülkenin gündeminden hiç düşmeyen teknoloji devi bir silah üreticisi haline geliyor.
Film sektörü ise kollarını bu çizgi roman için tam da buradan sonra sıvamış. Film şöyle başlar: Yeni ürettiği üstün teknoloji roketleri Amerikan hükumetine tanıtmak amacıyla yola çıktıkları konvoya dönüş yolunda Stark şirketinin ürettiği silahları kullanan bir örgüt tarafından bir saldırı düzenlenir ve Tony, yaralanarak esir düşer.
Gözlerini açtığında göğsünde bir delik ve o deliğe yerleştirilmiş araba aküsüne bağlı bir elektromıknatıs vardır. Elektro mıknatıslar, elektrik akımı kullanılarak mıknatıs özelliği kazandırılan metallerdir. Akım var olduğu sürece mıknatıs özelliği de devam eder. Filmde bu prensiplerden yararlanarak Tony’yi hayatta tutan Profesör Ho Yinsen’dir. Saldırı sırasında Tony’nin vücuduna onlarca şarapnel parçası saplanmıştır ve bir tanesi kalbine çok yakın bir yerde, bir hafta içinde kalbine ulaşacak şekilde ilerlemektedir. Onu oradan alamayan Profesör şarapnel parçasının Tony’nin kalbine ilerleyişini durdurmak için bir elektromıknatıs kullanmıştır.
Örgüt, Tony Stark ve Prof. Yinsen’den bir roket yapmalarını ister. Roket tamamlanana kadar onların tutsağı olacaklardır. Demir Adam zırhının temelleri bu şartlar altında bir kaçış planı olarak atılır; ama öncesinde Tony’nin beraberinde taşıdığı aküden kurtulması gerekmektedir. Bunun için babasından kalan bazı belgelere dehasını ekleyerek bir avuç içi reaktör yapar ve göğsüne yerleştirir. Bu, filmdeki adıyla bir ark reaktörüdür. Reaktör hakkında filmde fazla bilgi yok ancak paladyum çekirdeğe sahip olduğunu biliyoruz, bununla beraber çizgi romanda bunun füzyon enerjisi olduğu da belirtilmektedir.Filmin, 20. yüzyıl bilim dünyasını bir süre meşgul edeip sonunda fiyaskoya dönüşen soğuk füzyondan ilham aldığını göz ardı edemeyiz. Sonuç olarak Tony, göğsünde nükleer reaktör taşıyan bir süper kahraman. Bu reaktör, Yinsen’in yerleştirdiği elektromıknatısa enerji sağladığı gibi Demir Adam zırhının da enerji kaynağı.


Tokamak türü reaktör modeli

Soğuk füzyon yanılgısı

Soğuk füzyon bir balon gibi sönene kadar bilim insanlarını meşgul etmiştir.
Filmde reaktör paladyum sayesinde çalışıyordu. Paladyumun hidrojen tutucu özelliği 19. yüzyılın başlarında Thomas Graham tarafından tanımlandı. 1920′de iki Avusturyalı bilim insanı, Friedrich Paneth ve Kurt Peters, hidrojenin doğada kendiliğinden gerçekleşen nükleer kataliz tepkimeleri ile helyuma dönüştüğünü bildirdi. Peters’e göre hidrojen, paladyum tarafından emildiğinde bu oluyordu. Daha sonra anlaşıldı ki havadan deneye karışan helyum, tepkime sonucu oluşmuş gibi algılanmıştı. 1927′de İsviçreli J. Tandberg paladyum elektrotlarda hidrojenin helyuma dönüştüğünü belirtti ve patent başvurusunda bulundu, ancak alamadı. 1932′de döteryumun keşfedilmesi ile Tandberg çalışmalarına ağır su, yani döteryum oksit (D2O) ile devam etti. Ağır su molekülünde hidrojen, izotopu döteryum ile değiştirmiştir. Hidrojen, çekirdeğinde bir proton etrafında dönen bir elektrondan oluşurken, döteryum çekirdeğinde fazladan bir nötron bulunur.
Soğuk füzyon kavramı Cecil Powell ile çalışan F. Charles Frank tarafından 1947′de ortaya atıldı. Frank, elektrondan 207 kat daha ağır ve negatif yüklü parçacıklar olan muonlar ile ilgileniyordu. Frank’e göre eğer bir atomun elektronlarını muonlar ile değiştirilirse muonların yörüngeleri çekirdeğe 207 kat daha yakın olur ve bu çok daha küçük atomları çarpıştırmak için daha az enerji harcamamız gerekirdi. Ancak Frank asla başarılı olamadı çünkü muonlar milisaniyeler içinde bozunan kararsız parçacıklardı. Ardından bir çok bilim insanı Frank’in fikrinden yola çıkarak çalışmalar yaptı fakat çoğu kuramsal olmaktan öteye geçemedi.
23 Mart 1989′da ABD’deki Utah Üniversitesi’nden bilim insanları şaşırtıcı derecede basit bir yöntemle, oda sıcaklığında nükleer füzyon gerçekleştirildiğini iddia ettiler. Martin Fleischman ve B. Stanley Pons, tez öğrencisi Martin Hawkins’in elektroliz hücresini uzun süre çalıştıklarında ortaya bir miktar ısı çıktığını gözlemlediklerini söylediler.. Amaçları ağır suya (D2O) batırılmış platin anot ve paladyum katota elektrik akımı uygulayarak, paladyum içine döteryum fırlatmaktı. Isının füzyon sonucu ortaya çıktığını iddia eden bir makale alelacele yayınlandı çünkü bu sonucu o sırada benzer deneyler yapmakta olan Steven Jones’tan önce duyurmak istiyorlardı. Ancak yayınladıkları makale için 19 düzeltme yayınlandı. Erken yayınlama kaygısıyla bilimsel hassiyet ihmal edilmiş, bu da sonuçları güvenilmez kılmıştı. Çalışmalar konusunda bazı tutarsızlıklar da vardı. Fleischman ve Pons’un bildirdiği ısının füzyondan kaynaklansaydı hayatta kalmaları mümkün olmayacaktı, zira saniyede 100 trilyon nötron açığa çıkması gerekiyordu. Makaledeki nötron sayımları olması gerekenden 9 kat daha düşük idi. Sonrasında bilim insanları bu deneylerin üzerine gitti, hararetli tartışmalar yaşandı. Tartışılan konu soğuk füzyonun varlığıydı. Tartışmalar soğuk füzyon deneylerinin bir yanılgı eseri olduğunu gösteriyordu.

14.08.2013

İşgalci Karıncalar; "Kaçak yolcu" Böcekler Dünya Turunda


  İşgalci karınca problemi düşünülenden daha kötü

 Bilim insanları sanılandan daha fazla sayıda karıncanın istemsiz olarak taşımacılık sistemi ile nakledildiğini keşfetti. Bulundukları bu yeni habitat içinde bu karınca kolonilerinin çevreye, yapılara ya da insanlara zarar verme riski bulunuyor. Araştırma Royal Socierty Biology Letters'da yayınlandı.
 Baş yayıncı İspanya'daki Gerona üniversitesinden Veronica Miravete "Küçük boyutlarından dolayı karıncalar kutuların içinde hava, kara ya da deniz yolu ile toprak, bitki veya tahta parçaları ile birlikte farkında olmadan taşınıyorlar." dedi.

Küçük Gezginler

 Araştırma ekibi Hollanda, Amerika Birleşik Devletleri ve Yeni Zellanda'daki egzotik karınca sayısını inceledi ve daha önce rapor edilenden çok daha fazla sayıda karınca olduğu tespit edildi. Bu bilgiden yola çıkarak bilim insanları 768 farklı çeşit karınca türünün dünya çevresinde dolaşmakta olduğunu  ve bu türlerden 600 kadarının başarılı olup yeni ortamlarında koloni kurduğunu tahmin ediyor. Dr. Miravete Dolaşımda çok fazla sayıda karınca olduğunu, bunların %85 kadarının başarılı bir şekilde koloni kurduğunu ve bu durumun etrafımızda fark edilmemiş pek çok koloni olduğuna işaret ettiğini belirtti.
 Biryerden başka bir yere taşınan pek çok tür bir tehdit oluşturmasa da  bazı türler sorun çıkartabiliyor, özellikle işgalci karınca türleri bunların arasında en kötüsü sayılabilir.

Ateş karıncaları acı veren iğneleri ile çevreye yerleşmesi hoş karşılanmayan bir türdür.

 Avrupa kıt'ası dahilinde saldırgan Arjantin karıncaları mega koloniler inşa ederek yerel karınca türlerinin yok olmasına sebep oluyor. Haliyle bu durum ekosistem üzerinde kötü etkiler oluşturuyor. ABD'de güney Amerika Rasberry çılgın karıncalarının elektrikli cihazların içine yuva kurarak kısa devrelere sebep olmaları büyük sorunlara sebep oluyor. Ateş karıncaları sokmaları ise bu türün de hoş karşılanmamasına sebep oldu. Araştırmacılar bu türlerin yayılmasının durdurulması için önlem alınması gerektiğini belirtiyor. Dr. Miravete egzotik karınca türlerinin bir kez yuvalandıktan sonra uzaklaştırılmalarının çok zor olacağını söylüyor.
 "Türlerin geçişlerini engellemek için sınır öncesi sirk değerlendirmesi, kara liste ve karantina denetimleri gibi yöntemler bulunsa da bu dolaşımı durdurmanın en iyi yolu yayılması olası türlerin olduğu bölgelerdeki nakliye yollarının izlenmesidir." diye de ekliyor.

Çeviri: C. Caner Telimenli





12.08.2013

Büyüme yeteneği olan robot bitki


 Robotik bilimindeki gelişmeler, yakın zamanda robot-bitkiler görmeye başlamamızı sağlayabilir. Cenova’daki İtalya Teknoloji Enstitüsü’nden Barbara Mazzolai ve meslektaşları, bitki köklerinin davranışlarını taklit eden robot sistemi geliştirmek için çalışıyor. Araştırma ekibi, toprak altında ilerleyecek ve ölçümler yapacak hassas alıcılar ve toprak içinde ilerleyecek bir mekanizma geliştiriyor. Geliştirilecek olan sistem yer çekimi, su, ısı, pH, nitrat ve fosfat ölçümleri yapacak.
 Büyümekte olan bir kökü modellemek ise oldukça karmaşık bir iş. Çünkü büyüme esnasında uzunluk artarken, ilerlenen yönün zıt tarafında hücre artışı yaşanıyor. Kök, büyüme esnasında kimyasal ve fiziksel değişimler gösterirken, nasıl karar verdiği de tam olarak anlaşılmış değil. Mozzolai, “Geliştirdiğimiz gerçek boyutlu model ve prototipler, bitki köklerinin fonksiyon ve içerikleri hakkındaki bulguları doğrulamayı amaçlıyor” dedi.
 Araştırmacılar, tek bir kökün hareketlerinin yanı sıra, köklerin birbirleriyle nasıl etkileşime girdiklerini de incelemek istiyor.Elde edilecek başarı, çevrelerine çok daha iyi uyum sağlayacak ve enerji etkinliği yüksek robotların geliştirilmesini sağlayabilir. Dahası, bitki benzeri robotların topraktaki ölçüm ve denetleme özelliği, bir gün uzay keşfi uygulamalarında da kullanılabilir. Newscientist sitesinin haberine göre, robot bitkiler, bir gün insan vücudu içinde ilerleyebilecek medikal amaçlı ilaçlara da kapı aralayabilir. Mazzolia, “Bükülme, düşük basınçta büyüme özelliği ve az sürtünme yeteneği, çevrelerine adapte olan medikal cihazların geliştirilmesini sağlabilir” dedi. İtalyan araştırmacıların geliştirdiği sistem, geçtiğimiz hafta Londra’da düzenlenen Living Mechanics konferansında gösterildi.

  (ntvmsnbc)

5.08.2013

Laboratuvar Üretimi Kırmızı Et


 Bilim insanları bir inekten aldıkları bir hücreyi Hollanda enstitüsünün laboratuvarında çizgili kas hücrelerine çevirip hamburger eti ürettiler. Uzmanlar bu yöntemin sürekli büyüyen et tüketimine uygun bir çözüm olabileceğini belirttiler. Ayrıca daha az et tüketiminin de ilerideki olası sorunlara karşı etkili olabileceğini eklediler.
 Maastricht üniversitesinden  Prof Mark Post bu et üretiminin arkasındaki isim olarak açıklamalarda bulundu. " Bugün ilk kez laboratuvarda üretilmiş hücrelerden yapılmış bir et tanıtılacak. Bunu yapıyoruz çünkü hayvan yetiştirmek çevreye zarar veriyor, ileride ihtiyaçları karşılamayacak ve hayvanlar için kötü." dedi.
 Ancak Oxford üniversitesinden  Prof Tara Garnett çözüm bulucuların sadece teknolojik çözümlerden daha fazlasını hedeflemeleri gerektiğini belirtti.
 "Dünyada 1.4 milyar kişi obezken 1milyardan fazla kişinin aç yattıyor." diyen Prof Tara Garnett . Çözümün daha fazla et üretmekte değil dağıtım, erişim ve ödenebilirlik açısından daha düzgün sistem kurmak ve gerektiği yere ihtiyacı olan kişiye ulaştırabilmek olduğunu ekledi.


Çeviri: C. Caner Telimenli


2.08.2013

3D Yazıcı ve Potansiyeli

3d printer
3 boyutlu yazıcı

3D yazıcı fikri 80'lerden beri ortada olmasına rağmen 2000'li yılların ortalarına kadar teknolojinin istenilen seviyede olmaması sebebiyle rağbet görmedi. Temel olarak belli bir maddenin makine yardımıyla insan eli değmeden işlenip şekillendirilmesi ile herhangi bir 3 boyutlu nesnenin üretilmesi olarak açıklanabilecek bir işlemler dizisi ile sanayi gereksinimlerinden günlük ihtiyaçlara kadar birçok alanda yararlı olabilecek nesne üretilebilmektedir.
replikatör
Star Trek'teki ünlü Replikatör teknolojisi

 Bilim kurgu hastası birçok kişinin tanıdığı bu teknoloji bilim insanlarının ve tam olarak adını koyamasalar da birçok lojistik sıkıntısı çeken insanın dört gözle beklediği bir teknolojidir. İstediğiniz yerde istediğiniz malzemeyi üretebilme kapasitesi sağlayan bu cihazlar birçok alanda şimdiden hizmet veriyor. En basit örneği olan ev kullanımında bardak ya da bir oyuncak yapmak gibi masum ihtiyaçların yanında silah gibi tehlikeli nesneleri de üretebilme kapasitesi her ne kadar potansiyelini gölgelese de medikal alanda yapay organ üretimi gibi amaçlar için de kullanılabilecek olması umut vadeden bir gelişme olarak göze çarpıyor.
 Amerikan ordusu şimdiden potansiyeli görüp bundan yararlanmaya başladı bile. Amerikan ordusunun Afganistan'da test edilen 3D yazıcı projesi sayesinde ordunun savaş alanında gereksinim duyacağı yedek parçaları yerinde lojistik sıkıntısı çekmeden üretmesi ve bunu daha büyük ölçeklerde de yapmak istemesi bu alanda büyük bir yarışın başlayacağı üzerine bir ipucu olabilir. Savaş alanında yaralanan askerlerin organlarını anında yeniden üretildiğini, uçakların ve tankların taşıma maliyeti olmadan oracıkta üretildiğini bir düşünün...
 Sonuç olarak şu an için bir ev kullanıcısı için biraz tuzlu fiyatları olsa da 3D yazıcılar az maliyetli seri üretim  konusunda geleceği değiştirebilecek kapasiteye sahipler. Bir tane istiyorsanız sizden ricam silah üretmekte değil olumlu bir amaç için kullanmanız olacak. Onun dışında yapabilecekleriniz sadece hayal gücünüzle sınırlı.

C. Caner Telimenli